Merkez Bankası’nın faiz kararı ile ilgili birkaç görüş

1) Merkez Bankası’nın faizleri 6.25 puan arttırma kararı doğru muydu, yanlış mıydı diye değerlendirmeden önce kararın getirisi ve götürüsüne bakmak gerekiyor.

Eğer Merkez Bankası faizleri, mesela 1-2 puan arttırmış olsaydı, Türk Lirası dolar karşısında şu ankinden çok daha fazla değer kaybedecekti. Merkez Bankası’nın faiz kararı, TL’nin değer kaybını durduramadıysa da bir miktar yavaşlattı. Kararın faydası bu.

Öte yandan, iktisat teorisi yüksek faizin, yatırımları durdurup ekonomiyi yavaşlatacağını ve istihdamı azaltacağını öngörür. Yüksek faize karşı olanlar da, bu yüzden karşıdır. Dahası, Merkez Bankası’nın faizleri aşırı arttırması, piyasa faizlerini yukarı çekerek zaten yüksek borçlu olan özel firmaların borç yükünü daha da arttırır. Kararın görünen zararı da bu.

Fakat sorun şu ki; yurtiçi üretici fiyatları enflasyonu %32.1’ı görmüşken ve buna bağlı olarak tüketici fiyatları enflasyonunun da %20’lere varması beklenirken; Merkez Bankası’nın politika faizi piyasaya göre o kadar gerçek dışı kalmıştı ki, Merkez Bankası piyasaları yönlendirme kapasitesini neredeyse kaybetmişti.

Malum Merkez Bankası faizleri %17.75’te tutuyor diye, bankalar enflasyon beklentilerinin altında bir faizle ticari kredi verecek değil! Nitekim aşağıdaki grafikte Merkez Bankası’nın 1 Haziran’a kadar bankaları fonlamak için kullandığı Geç Likidite Penceresi, 1 Haziran’daki sadeleşme ile yeniden politika faizi haline gelen bir hafta vadeli repo faizi (sadeleştirmenin anlamını Mahfi Eğilmez bu linkte anlatıyor) ile bankaların tüketici kredisi ve ticari kredi faizleri ortalamaları yer alıyor.

tcmb faiz-page-001

Grafiğin açık bir şekilde gösterdiği gibi piyasa faizleri, Temmuz’dan itibaren TCMB’nin politika faizlerinden tamamen kopmuş. Buna ek olarak iki yıllık devlet tahvilleri faizlerinin de, %17.75’in hayli üzerine çıkıp %25’leri gördüğünü belirtelim.

Merkez Bankası’nın faiz kararı sonrasında iki yıllık devlet tahvili faizleri sadece 0.38 puan arttı. Ama ticari kredi faizlerinin %38’leri bulduğunu, ayrıca konut kredileri faizlerinde de anlamlı artışlar olduğunu okuduk. Yani Merkez Bankası’nın faiz kararı ilk aşamada piyasa faizlerini yükseltti. Ama piyasa faizlerinin Merkez Bankası’ndan bağımsız arttığını düşünürsek; Merkez Bankası’nın faizleri arttırmadığı bir senaryoda da, kur ve bunun enflasyon üzerinde yapacağı baskı nedeniyle piyasa faizleri artabilirdi… Hatta belki şu ankinden daha da fazla artabilirdi.

 

2) Tayyip Erdoğan’ın faiz kararının hemen öncesinde “faiz konusundaki hassasiyetim değişmedi” deyip, sonrasında “sabır bir yere kadar” diye Merkez Bankası’na çatması anlaşılır gibi değil. Çünkü bu beyanatlar sadece Merkez Bankası’nın kullandığı silahın etkinliğini azaltıyor. Beklenmeyen faiz artışı ilk aşamada doları düşürürken, Erdoğan’ın başlattığı tartışmalar bu düşüşü azaltıyor ve hatta geriye çeviriyor.

Erdoğan’ın, Merkez Bankası’nın faiz kararının hemen öncesindeki beyanatı o kadar anlaşılmazdı ki, birçok kişi kararla ilgili “Erdoğan ve Berat Albayrak Merkez Bankası’nın Erdoğan’a rağmen faiz arttırdığını kanıtlayıp, Merkez Bankası’nın bağımsız olduğunu göstermek için tiyatro oynuyorlar” diye senaryolar yazdı. Ne var ki, Erdoğan’ın ertesi günkü “şimdi bakalım bağımsızlığın neticesini göreceğiz. Şu an şahsen benim sabır safhamdır. Bu sabır bir yere kadar” beyanatı ile durumun böyle olmadığını anladık.

Açıkçası ben ‘dış mihrak’ olsam ve Erdoğan’ın yanına danışman diye sızmış olsam; Erdoğan’ın ayağını kaydırmak gayesiyle, Erdoğan’a faiz kararının hemen ardından tam da böyle konuşmasını tavsiye ederdim.

3) Tayyip Erdoğan’ın “faiz sebep, enflasyon sonuçtur” iddiası, sanıldığı gibi tamamen iktisat biliminin dışında olan bir safsata değil. Mesela yakın zamanda Chicago Üniversitesi’nden ünlü iktisatçı John Cochrane, faiz artışının enflasyonu arttırabileceğine dair bir makale yayınladı (makalenin özeti burada, tamamı da burada).

Ayrıca faizin fiyatları arttırabileceğine dair tezler heterodoks iktisatçılar arasında da mevcut. Ünlü Post-Keynesyen iktisatçı Marc Lavoie’nin Foundations of Post-Keynesian Economic Analysis (sf. 174) kitabından okuyalım[1]: “Garegnani ve Pivetti, kâr oranının… faiz tarafından belirlenmeye yatkın olduğunu iddia eden Sraffa’yı takip ederek bir görüşü öne çıkardılar. Garegnani ve Pivetti‘ye göre normal kâr oranı olarak adlandırılan hedef kâr oranı, büyük oranda merkez bankasının uyguladığı para politikasının sonucu olan reel faiz ile belirleniyor. Diğer her şey sabitken faizler artarsa, fiyatlar artar. Sraffacı yazarlar normal kâr oranının iki parçası olduğunu iddia ediyorlar: Borç alınanlara ödenmesi gereken ve fırsat maliyetini oluşturan faiz ve net müteşebbis getirisi… Basitçe söylersek faiz, firmalar üzerindeki bir maliyet olarak görülüyor. Hedef getiriye yansıyan bir maliyet. 

Bu görüşün heterodoks iktisatçılar arasında uzun bir tarihi var. Thomas Tooke ve 19.yy’ın Bankacılık Okulu; Harrod, Kaldor, Sylos Labini, Graziani ve hatta bir ara (Joan) Robinson bile bu görüşü benimsedi. Faiz oranının, hedef kar oranı ve fiyatlar üzerine etkisi Smithin, (Lance) Taylor ve Hein tarafından yazıldı. Kaldor ‘faiz maliyetlerinin fiyatlara, ücretlerin fiyatlara yansımasına benzer bir şekilde yansıdığını’ iddia ediyordu”.

Okumaya üşenenler için özetlersek, burada firmaların faiz artışını, faiz öncesi kârlarına ve dolayısıyla fiyatlara yansıtabileceğine dair görüşlerin olduğu anlatılıyor.

Açıkçası iktisat biliminin sefaleti ortadayken, ders kitaplarında genel geçer kabul edilen herhangi bir doğrunun sorgulanabileceğini düşünüyorum. Fakat burada sıkıntı “düşük faiz => TL’nin Dolar/Euro karşısında değer kaybı => yüksek enflasyon” şeklindeki bir mekanizmanın, Türkiye için Erdoğan’ın önerdiği “düşük faiz => düşük maliyet => düşük enflasyon” şeklindeki bir mekanizmadan muhtemelen daha baskın olması. Çünkü bizim üretimimiz ithal girdilere oldukça bağımlı. Bu nedenle döviz kurundaki herhangi bir artış fiyatlara yansıyor. Hiçbir şey olmasa, dolar kurundaki artış petrol ve doğalgazın fiyatına yansıyarak bütün fiyatları etkiliyor.

Tabii Türkiye’de hangi mekanizmanın enflasyon üzerinde daha güçlü olduğu veya ‘enflasyonun mu faizin nedeni, yoksa faizin mi enflasyonun nedeni’ olduğu, veri kullanılarak araştırılabilir, analiz edilebilir bir şey. Burada bence asıl sorun, Erdoğan’ın ana akım olmayan iddiasını hiçbir ciddi araştırma ile temellendirilmemiş olması veya böyle bir çabasının hiç olmaması.

Enflasyon-faiz arasındaki nedenselliği araştırmak atla deve değil. Hazine’nin, TCMB’nin, hatta Cumhurbaşkanlığı’nın bir sürü bütçesi var. Cumhurbaşkanı, Yiğit Bulut, Cemil Ertem gibileri ihya edeceğine; bu işin gerçekten uzmanı olan bir grup iktisatçıya enflasyon-faiz arasındaki nedenselliği inceletebilirdi. Veriye dayalı bir analiz ile, hem gerçeğin ne olduğunu kendi görebilirdi; hem de olur da (ihtimal vermem ama) kendi argümanını destekleyen sonuçlar çıkarsa elinde piyasaları ve ekonomistleri ikna edecek ciddi bir şeyler olurdu.

4) Geçen hafta Gazete Duvar’a konuşan Galip Yalman, röportajındaMerkez Bankası’nın bağımsızlığını savunanlar neoliberalizmi savunduklarının farkında değil” yorumunu yaptı.

Bu gerçekten doğru ve birilerinin bunu söylemesi gerekiyordu. Eğer yatırımların uzun dönemli planlamasını yapan ciddi kurumları olan; bu uzun dönemli planlar çerçevesinde yatırımları, teşvik ve kamu bankası kredileriyle hatta bizatihi kendisi sanayi yatırımı yaparak yönlendiren, sermaye giriş-çıkışlarının etkilerine karşı sermaye kontrolleri uygulayan, gerektiğinde hedef sektörlerde ticari sınırlamalar getiren bir kalkınmacı devletten bahsedeceksek; bu politikaların devletin uzun dönemli kalkınma planlarıyla uyumlu ve bağımsız olmayan bir merkez bankası ile desteklenmesi gerekir. Nitekim ‘Asya mucizesi’ denilen Güney Kore, Tayvan ve Japonya’nın 1980 öncesi ekonomik modellerinde de, kamu bürokrasisi oldukça merkezileşmiş bir yapıdaydı ve bağımsız merkez bankalarından bahsetmek mümkün değildi.

Fakat sorun şu ki, biz şu anda Cumhurbaşkanı’nın Merkez Bankası üzerinde baskı kurması dışında neoliberal modelin bütün unsurlarını uyguluyoruz. Yani ekonomimiz finansal sermaye girişlerine aşırı derece bağımlı, devlet sanayi yatırımlarını sınırlı bir şekilde yönlendiriyor ve devletin üretimdeki payı özelleştirmelerle hayli azalmış. Merkez Bankası’nın referans alabileceği ciddi bir uzun dönemli planlama yok. Bu planlamayı gerçekleştirmek için ortaya koyulmuş hatırı sayılır kaynaklar da yok.

Bu şartlar altında Merkez Bankası bağımsızlığını kaldırmak büyük bir fayda sağlamayacağı gibi, AKP’nin kısa dönemli popülist politikalarını işletebilmesine ve dahası zaten ülkeyi hızla kırılgan hale getiren neoliberal modeldeki kırılganlıkların daha hızlı artmasına hizmet ediyor. Açıkçası durum bu iken ben kalkınmacı devlet oluşturmaya Merkez Bankası bağımsızlığını kaldırmaktan başlamazdım.

Hele ki, Tayyip Erdoğan’ın kağıt üzerinde Merkez Bankası’nı bağımsız tutup, Merkez Bankası üzerinde siyasi baskı kurması ve Merkez Bankası’nın bu baskıyı aşmak için bir sürü alternatif faiz, yöntem uygulaması hiç verimli bir yöntem değil.

 

 

[1] Marc Lavoie’nın metnine birkaç ay önce dikkatimi çeken iktisatçı dostum Ş. Devrim Yılmaz’a teşekkürler.

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.